12 Ekim 2008 Pazar

Salvador Dalí İstanbulda:)


Salvador Domingo Felipe Jacinto Dalí y Domènech, kısaca Salvador Dalí (11 Mayıs 1904 – 23 Ocak 1989), İspanyol sürrealist ressam. Gerçeküstü eserlerindeki tuhaf ve çarpıcı imgelerle ünlenmiştir. En iyi bilinen eseri olan Belleğin Azmi,ni 1931'de bitirmiştir.
Dalí, ressamlığın yanı sıra heykelcilik, fotoğrafçılık ve filmcilikle de ilgilenmiş, Amerikalı animasyoncu Walt Disney ile beraber yaptığı Destino adlı kısa çizgi film, 2003'te "en iyi kısa animasyon filmi" dalında Oscar adayı olmuştur.
Katalonya doğumlu olan Dalí, 711 yılında İspanya'yı fethetmiş olan Mağribiler'in soyundan geldiğini iddia etmiş, "süslü ve cafcaflı olan her şeye, lüks hayata ve doğu kıyafetlerine olan düşkünlüğünü" de "Arap kökeni"ne bağlamıştır.[1]


Dalí hayatı boyunca, sanatıyla olduğu kadar eksantrik giyimi, davranışları ve sözleriyle de dikkat çekmiş, bu durum kimi zaman, onun sanatını takdir edenleri de etmeyenler kadar usandırmıştır.[2] Bu davranışların getirdiği kötü şöhret, Dalí'nin geniş kesimlerce tanınmasını sağlamış ve eserlerineduyulan ilgiyi artırmıştır.
Dalí 11 Mayıs 1904'te, İspanya'nın Katalonya bölgesinde bulunan Figueres kentinde, Salvador Dalí i Cusí ve Felipa Domenech Ferres çiftinin ikinci çocuğu olarak dünyaya geldi. Çiftin 1901 doğumlu ilk çocuğu, Dalí'nin doğumundan tam dokuz ay on gün önce (1 Ağustos 1903'te) sindirim yolu iltihabından ölmüş, onun ismi olan Salvador da ikinci çocuğa geçmişti. İlk çocuklarının küçük yaşta ölmesini bir türlü kabullenemeyen Dalí çifti, küçük Dalí'nin yanında sık sık ölmüş ağabeyinden bahsediyor, ilk Salvador'un bir resmini yatak odalarının duvarında tutuyor, ve Dalí'yle beraber düzenli olarak ilk Salvador'un mezarını ziyaret ediyorlardı.[3] Bu durum, Dalí'nin küçük yaşta kendi kimliği konusunda karışıklık yaşamasına sebep oldu. Sonradan, hiç tanımadığı ağabeyi hakkında "iki su damlası gibi birbirimize benziyorduk, fakat yansımalarımız farklıydı [...] O, herhalde benim fazla mutlak olarak tasarlanmış ilk versiyonumdu." diye yazacaktı.[4]
Dalí'nin babası, sert ve otoriter karakterli bir noterdi. Annesi ise tam tersine sevecen ve anlayışlıydı ve oğlunun resim konusundaki çabalarına destek veriyordu.[5] Dalí üç yaşındayken kızkardeşi Ana María doğdu. Evin tek erkek çocuğu olarak, annesi, kızkardeşi, teyzesi, anneannesi ve bakıcısından sürekli ilgi gören Dalí, küçük yaşlarından itibaren şımarık ve kaprisli bir karakter sergilemeye başladı.[2]
1914'te annesinin desteğiyle özel bir resim okuluna yazılan Dalí, 1919'da Figueres Belediye Tiyatrosu'nda ilk sergisini açtı. Şubat 1921'de ise çok sevdiği annesini meme kanserinden kaybetti. Annesinin ölümü hakkında "hayatımda aldığım en büyük darbeydi. Ona tapardım [...] Ruhumun kaçınılmaz kusurlarını görünmez kılabilmesine hep güvendiğim bir varlığın kaybını kabullenemiyordum." diye yazacaktı.[4] Dalí'nin babası, karısının ölümünden kısa süre sonra baldızıyla lle evlendi.


Madrid, Paris ve ABD [değiştir]1922'de Madrid'e taşınan ve buradaki San Fernando Güzel Sanatlar Okulu'na yazılan Dalí, ilk eserlerinde kübizm ve dadaizm etkileri gösterdi. Fransa ve İsviçre kökenli olan bu yeni akımlar, o sıralar Madrid'de pek yaygın değildi, ve Dalí'nin eserleri kısa sürede ilgi çekmeye başladı. Dalí, Madrid'de geçirdiği yıllarda, kendisi gibi avangart sanata meraklı olan film yapımcısı Luis Buñuel ve şair Federico García Lorca ile yakın arkadaş oldu. 1923'te disiplinsizlik yüzünden geçici olarak okuldan uzaklaştırılan Dalí, aynı yıl Girona'da anarşist gösterilere katıldığı için tutuklandı ve bir süre gözaltında tutuldu.[6] 1925'te okula geri döndü, ve Barcelona'da ilk kişisel sergisini açtı. Resimleri eleştirmenler tarafından ilgi ve şaşkınlıkla karşılandı.
Belleğin Azmi, 1931Dalí 1926'da Paris'e gitti ve büyük saygı duyduğu Pablo Picasso ile tanıştı. Sonraki birkaç yıl boyunca, Dalí'nin eserlerinde Picasso etkisi ağır basacaktı. Paris gezisinden döndükten kısa süre sonra okulundan temelli kovulan Dalí, çok geçmeden askere alındı. Ekim 1927'de askerlik hizmetini bitirdi ve Mart 1928'de sanat eleştirmenleri Lluís Montanyà ve Sebastià Gasch ile beraber, sanatta modernizmi ve fütürizmi savunan "Sanat Karşıtı Katalan Manifesto"yu yazdı.
1929'da arkadaşı Luis Buñuel ile beraber çektikleri Bir Endülüs Köpeği adlı avangart kısa film, sürrealist sanat çevrelerinde ikiliye büyük şöhret kazandırdı. Aynı yıl ikinci kez Paris'e giden Dalí, burada ressam Joan Miró aracılığıyla sürrealist akımın öncüleri André Breton ve Paul Éluard ile tanıştı. Éluard'ın karısı Gala (asıl ismi Helena İvanovna Diakonova), tanıştıkları andan itibaren Dalí'nin ilgisini çekti, ve 1929 yazında Dalí ile Gala arasında, sonradan evliliğe dönüşecek olan tutkulu bir ilişki başladı.
1931 yılında Dalí, en meşhur eseri olan Belleğin Azmi,ni yaptı. Yumuşak Saatler ya da Eriyen Saatler olarak da bilinen eserde, geniş bir kumsal manzarası önünde eriyen cep saatleri resmedilmiştir. Eser genel olarak, katı ve değişmez zaman kavramına karşı bir protesto olarak yorumlanır.[7] Dalí sonradan bu resmin ilhamını, sıcak Ağustos güneşi altında erimekte olan bir Camembert peynirinden aldığını yazacaktı.[4]
Haşlanmış Fasulyeli Yumuşak Yapı (İç Savaş Öngörüsü), 19361929'dan beri beraber yaşayan Dalí ve Gala, 1934'te bir devlet nikâhıyla evlendiler. (1958'de bir Katolik düğünüyle nikâh tazeleyeceklerdi.) Aynı yıl New York'ta bir sergi açan Dalí, ABD'de büyük sansasyon yarattı ve büyük üne kavuştu. 1936'da Londra Uluslararası Sürrealist Sergisi'nde bir konuşma yapması istenince, sahneye eski tip hantal bir dalgıç tulumu içinde çıktı. Tulumun beline mücevher işlemeli bir kama takmıştı; bir elinde bir bilardo ıstakası tutuyor, diğer eliyle de bir çift kurtköpeğini çekiştiriyordu.[8] Konuşma sırasında nefes almakta zorluk çekince, dalgıç kıyafetinin başlığı çıkarıldı.


Dalí 1937'de Hollywood'a giderek zamanın meşhur komedyenleri Marx kardeşler ile tanıştı, ve onlar için bir film senaryosu yazdı.[6] 1938 yazında ise Londra'da, hayranı olduğu Sigmund Freud ile tanıştı ve ünlü psikoloğun birkaç portresini yaptı. Tüm sürrealistler gibi Dalí de bilinçaltının dışavurumuyla ilgileniyor, ve Freud'un bilinçaltı konusundaki yazılarını ilgiyle takip ediyordu.


1936'da başlayan ve tüm İspanya'yı kaosa sürükleyen İspanya İç Savaşı, 1939'da General Francisco Franco'nun galibiyetiyle sona erince, Dalí yeni kurulan faşist rejimi desteklediğini açıkladı.[9] Bunun üzerine, çoğunluğu Marksist olan ve Dalí'nin abartılı dikkat çekme çabalarından zaten hoşlanmayan sürrealistler, Dalí'ye açıkça sırtlarını döndüler. Sürrealist grubun önderi Breton, Salvador Dalí'nin isminden iğneleyici bir anagram çıkardı: Avida Dollars (Dolar Heveslisi). Dalí ise cevap vermekte gecikmedi: "Le surréalisme, c'est moi!" (Sürrealizm benim!)[6] Sürrealistler ve Dalí arasındaki çekişme, Dalí ölene kadar devam edecekti.


1940'ta Dalí ve Gala, tüm Avrupa'yı etkisi altına almaya başlayan II. Dünya Savaşı'ndan kaçarak ABD'ye yerleştiler. Burada dokuz yıl kalacaklardı. 1942 yılında Dalí, Salvador Dalí'nin Gizli Hayatı isimli otobiyografisini yayımladı. 1945-46 yıllarında, Walt Disney ile beraber Destino, Alfred Hitchcock ile beraber Spellbound filmlerinin yapımında çalıştı. 1947'de sürrealist bir Picasso portresi yaptı.
Katalonya'ya dönüş [değiştir] Çarmıha Gerilme (Corpus Hypercubicus), 19541949'da Dalí, karısıyla beraber Avrupa'ya döndü ve memleketi Katalonya'ya yerleşti. Hayatının sonuna kadar burada kalacaktı. Faşist Franco rejimiyle yönetilen İspanya'ya yerleşmesi, bir kez daha sol görüşlü sanatçı ve aydınların tepkisini çekti.[9]
Dalí 1951'de Katolisizm'in ve modern bilimin bazı kavramlarını sentezlediği Mistik Manifesto,yu yayımladı. II. Dünya Savaşı sonrası eserlerinde, Katolik temalar ve DNA, hiperküp (dört boyutlu küp) ve atomik çözünme gibi modern bilim kavramları öne çıkacaktı. Hiroşima'da patlayan atom bombasının gücünden çok etkilenmiş olan Dalí, hayatının bu dönemine "nükleer mistisizm" adını veriyordu. Yine bu dönemde Dalí, tuvale boya sıçratma, hologramlar, optik yanılgılar ve stereoskopi gibi pek çok değişik teknikle denemeler yaptı.
1960'da Figueres belediye başkanı, yıllar önce Dalí'nin ilk sergisine ev sahipliği yapmış ve iç savaşta zarar görmüş olan Belediye Tiyatrosu'nu "Dalí Tiyatrosu ve Müzesi" adıyla restore etmeye karar verdi. Dalí, 1974'e kadar müzenin inşaatı ve dekorasyonuyla bizzat ilgilendi ve bu projeye çok emek ve zaman harcadı. Müze 1974'te açıldıysa da, Dalí 1980'lerin ortasına kadar ufak eklemeler ve değişiklikler yapmaya devam etti.
10 Haziran 1982'de Dalí'nin çok sevdiği karısı, menajeri, modeli ve ilham perisi Gala hayatını kaybetti. Gala'nın ölümünden sonra yaşama isteğini kaybeden Dalí, karısının öldüğü ve gömüldüğü Púbol Kalesi'ne yerleşti ve münzevi bir hayat sürmeye başladı. Temmuz 1982'de İspanya Kralı Juan Carlos, Dalí'yi Púbol Markisi ilan etti. Dalí ise bu jeste karşılık olarak, krala Avrupa'nın Başı adlı çizimini hediye etti. 1983'te Púbol Kalesi'nde yaptığı Serçenin Kuyruğu adlı tablo, Dalí'nin son eseri olacaktı. Ağustos 1984'te Dalí, kaledeki yatak odasında bilinmeyen bir sebepten çıkan yangında bacağından yaralandı.[10] Bu olaydan kısa süre sonra Figueres'e döndü ve Salvador Dalí Tiyatro ve Müzesi'nde yaşamaya başladı.
Dalí, 23 Ocak 1989'da kalp yetmezliğinden öldü ve Figueres'te kendi adını taşıyan müzenin mahzenine gömüldü.


Dalí hayatı boyunca, 1500'den fazla resim ve onlarca heykelin yanı sıra, çeşitli taş baskı eserler, kitap illüstrasyonları, tiyatro dekorları ve kostümleri üretmiştir. Ayrıca, Man Ray, Brassaï, Cecil Beaton ve Philippe Halsman gibi fotoğraf sanatçılarıyla ve Elsa Schiaparelli, Christian Dior gibi moda tasarımcılarıyla beraber çalışmıştır.


Bugün Dalí'nin eserlerinin büyük çoğunluğu, Figueres'deki Dalí Tiyatro ve Müzesi'nde bulunur. Florida'nın St. Petersburg kentindeki Salvador Dalí Müzesi, Madrid'deki Reina Sofia Müzesi ve Los Angeles'taki Salvador Dalí Galerisi de sanatçının yüzlerce eserini barındırır.
Dalí'nin 1965'te New York'taki Rikers Island Hapishanesi'ne bağışladığı çarmıha gerilmiş İsa resmi, 1981'e kadar hapishanenin yemekhanesinde asılı durduktan sonra buradan alınarak hapishanenin lobisine asılmış, 2003'te ise kimliği belirsiz kişilerce lobiden çalınmıştır.[11]




Cem Adrian


Sundum ellerinize kalbimin tüm çiçeklerini, gitmek yerine
Güneş gibi doğdu yüzüme geceleri ay, buz gibi ellerimle
Gördüm,kördüğüm olduğumu
Sonu gelmez masalları puslu şehrinde
İçtim kana kana sularını zehirli nehirlerin gözümü kırpmadım bile
Acıyor,duyuyor musun ?
Kanıyor,içimde bir şey..
Yanıyor,görüyor musun alevleri her yanımı sarıyor?
Acıyor,duyuyor musun?
Kanıyor,içimde bir şey devriliyor.
Sevdiğim tüm kalpler önümde şimdi merdivenler
Yürüyorum ışığa doğru,
Yükseliyor acılar geride
Ayaklarımda kan,önümdeyse tüm sevdiğim kalpler merdivenler..
Susuyorum,içimden bir ses yükseliyor göğe doğru.
Çocuk sesleri duyuyorum öteden geliyor ışık bana doğru.
Sesleri duyuyor musun?
Işıklar sana doğru..
Ve şimdi sevdiğim tüm kalpler merdivenler.

4 Ekim 2008 Cumartesi

...


Düşlerime kattığım bir gerçektin sen; hayallerimi renklendirirdin. Yine de uzun zaman masallardan payıma düşen bir nazeninden başka şey değildin.

Kimse biriktirmedi gözyaşlarını ikimizden başka; kimse âşık değildi kaldırım kıyılarında can çekişen güz yapraklarına ve kimse bitimsiz görünen deryanın ardındaki denizkızı adalarına inanmıyordu. Sadece biz, yüreklerinde buzdan oyulmuş kısraklar taşıyan ve o kısrakların beynimizde çınlayan kişnemelerinde gizli anlamlar arayan iki sergüzeşt olarak, iki Simurg Kuşu olarak, iki masal çocuğu olarak (ki, 'bir varmış, bir yokmuş' doyuruyorlardı bizi yoksul hanelerimizde, yıldızlar düşerken yağmurun eteklerine takılıp) inanıyorduk başkalarının burun kıvırdığına. Seni ilk gördüğümde ışıklarla oynayan bir kuğu gibiydin.
Yağmur suyunun yoldaki akaryakıt artıklarıyla el ele vererek oluşturduğu renkler paletinin kıyısına diz çökmüştün. Gözlerinde ıssızlık olan gencecik bir kızdın. Suya bakıyordun. O renklerin sulara yeşil gözlerinden yansıdığı sanrısına kapılmıştım. İçinde volkanlar patlayan bir gençtim ben de o zamanlar; senden fazla büyük değildim. Bej renkli, fırfırlı eteğinden sıyrılıp bükülerek yere konmuş, çamurlanmış beyaz dizlerin birer kara delik gibi çekti beni. Kıyına sürüklendim. Gözlerini çevirdiğinde yalnızlığım mı çekti beni sana, bilmem ama gülümsedin. Belki de ilk günden bizi birbirimize doğru iten gizemli birer el vardı. Sen eksik yanını bekleyen bir genç kız, ben eksik yanını arayan bir delikanlı... Dertlerimize umar olmak gayesinden de öte, birbirimizi tamamladık.
Biliyorum, bir gölge gibi girdim hayatına, gittiğin her yerde izledim seni, uzaktan uzağa sevdim. Düşlerime kattığım bir gerçektin sen; hayallerimi renklendirirdin. Yine de uzun zaman masallardan payıma düşen bir nazeninden başka şey değildin. Sonra hayatıma girdin, yaşamı güzelledin. Nasıl desem, ah Biricik, her şeyimdin: oyuncağım, sahibim, masalım, düşüm, gerçeğim... Sana duyduğum sevdayı keski belleyip benliğimi biçimledin. Bir gün kendime baktığımda seni gördüm; değişime uğramıştım, sana dönüşmüştüm. Ve gariptir genç yüreğimdeki öfkelerin (hani, yoklukla beslenen ve gün be gün insanı biraz daha isyankâr yapan öfkelerin) büyük bölümünün törpülenmiş olmasına da seviniyordum; çünkü daha katıksız sevebiliyordum seni yüreğin dinginliğinde.
Kimse bizim kadar 'iki' olamazdı; iç içeydik. Seni benden koparsalar 'hiç' kalırdı; ben senden asla kopamazdım. Zaten yıllar sonra bizden başka şey de kalmadı. Sadece 'biz' vardık. Kâinatın aşılmaz duvarları ardındaki gerçekler kadardık. Hiçtik. En çok birbirimiz olduğumuz an birbirimizi yitireceğimizi ne bilirdik? Sen bende yitirdin seni; ben öylesine sendim ki artık 'ben' değildim. Ve birbirimizi, kendimizi sever gibi sevecek kadar küçülemezdik.
Gittin. Göremediğim kanatlar takındın nazenin bedenine. Hercailere özgü gülücükler ürettin. Daha da gençleştin. Yeni bir sevgili edindin kendine; alev kanatlı Azrail'i seçtin.
Ah, biliyorum, uzaklıklar yaraştı bize!
Aşk ile ne güzel yandık!
Ne harika küller kaldı bizden geriye!
Ne harika... küller kaldı... bizden geriye.

Ben Bu Şehre Arkamı Dönmeden Önce


Ve ben artık, kanatlı gök mavi atların çekiştirdiği düşsel bir faytona binip sana gelebilmek için çok yaşlıyım -hayaller kuramayacak kadar yaşlıyım.

Yaşamın neresine dokunsam ellerim kesildi, kanadı. Midye avcısı acemi bir yerliden ne farkım vardı ki, ne farkım vardı? Hep biraz geride, en olgun çağımda bile hep biraz acemiydim. Korktum. Seni bile ustaca sevemedim -korkularına mahareti ile gem vuran bir usta gibi sevemedim. İşte şimdi uzaktasın -yıldızların da üzerinde. Ve ben artık, kanatlı gök mavi atların çekiştirdiği düşsel bir faytona binip sana gelebilmek için çok yaşlıyım -hayaller kuramayacak kadar yaşlıyım. İşte bu sebeple içimdeki küçük çocuğa yazdırıyorum bu mektupları. Bu sebeple böyle çocuksu satırlarım, harflerim böyle kargacık burgacık. Ve bu sebeple kuşların bacaklarına bağlayıp gönderiyorum sana bu mektupları: Hatırlarsın; sadece çocuklar inanır kuşların cennete dek uçabileceğine (ki, belki de, bir an evvel cennetin huzurlu vadilerine, bol yemişli ağaçlarına ulaşsın diye öldürür çocuklar gizliden gizliye âşık oldukları kuşları sapanları ile).
Biliyor musun; seni özlüyorum -geçirdiğimiz her anı tüm ayrıntılarıyla özlüyorum. Ama nedense yüzü de vücudu da koca bir avuçta dertop edilmiş mektup kâğıdı gibi buruşuk bir ihtiyar olmama rağmen seni hep ilk gençliğindeki halinle hatırlıyorum: Güneşi taklit eden saçlarınla, içlerindeki yelkenlileri saatler boyu bıkmadan aradığım deniz yeşili gözlerinle, alımlı ve dokununca kırılacak gibi incecik duran beyaz, sıcak teninle... Ve sana kızıyorum, ah Biricik, sana kızıyorum -beni terk etmiş olmana, bir başıma bırakmış olmana, toprağa dönüşmüş olmana kızıyorum. Siyah puanlı Alman malı eşarbından tel tel taşan gümüş saçlarını, içlerindeki yakamozlar azalsa da hâlâ koca bir miyop deniz olan gözlerini, alnındaki, dudağının kenarlarındaki, yanaklarındaki, boynundaki kırışıkları, küçük bir fındık olan burnunu, damarlı ellerini, romatizmalı bacaklarını... usulca çekiverip gitmene kızıyorum.
İnsan önce umutlarını yitiriyor, sonra, tüm şatafatına rağmen sadece can sıkıntısı solunan yetim günler kalıyor geriye. Artık yataktan çıkasım gelmiyor. Ellerinle diktiğin perdelerin arasından içeri sökün ederek, bir zamanlar puf terliklerinle bastığın halının üzerinde usulca yürüyüşe geçen hınzır gün ışığı bile gözlerimi acıtmaktan başka işe yaramıyor; içime yaşam sevinci bırakmıyor. Seni arıyorum. Seni özlüyorum. Şimdi geniş balkonundan zamanın rengârenk dalgalanmalarını izlediğin cennet köşkünü kıskanıyorum. Başının üzerinde dans eden nuru kıskanıyorum. Kırk yıllık kocana tercih ettiğin ölümü kıskanıyorum.
Sula cennet bahçesinin çiçeklerini... daracık saksılar içinde, pencere kenarlarında, bin bir zahmetle yetiştirdiğin, suladığın, çocuğun gibi konuştuğun ve benim bir türlü isimlerini öğrenemediğim türlü çiçeğe verdiğin özenle, sula cennet bahçesinin çiçeklerini. Bulutların tozunu al, ak pak eyle. Bardağıma şarap koy. Türlü yemişlerle pupulama doldur tabakları, meyveleri dilimle. Ki ben, gelmeye can attığım o yerlere adım attığımda yabancılık çekmeyeyim; her şeye, her yana kokunun sindiğini, ellerinin değdiğini bileyim. Çünkü kokunun sinmediği cennetin müdavimi olamam ve ellerinin değmediği mekânın yaşayanı olmaya taraftar değilim.
Kendine iyi bak Biricik, kendine iyi bak sevgilim.