4 Ekim 2008 Cumartesi

Ben Bu Şehre Arkamı Dönmeden Önce


Ve ben artık, kanatlı gök mavi atların çekiştirdiği düşsel bir faytona binip sana gelebilmek için çok yaşlıyım -hayaller kuramayacak kadar yaşlıyım.

Yaşamın neresine dokunsam ellerim kesildi, kanadı. Midye avcısı acemi bir yerliden ne farkım vardı ki, ne farkım vardı? Hep biraz geride, en olgun çağımda bile hep biraz acemiydim. Korktum. Seni bile ustaca sevemedim -korkularına mahareti ile gem vuran bir usta gibi sevemedim. İşte şimdi uzaktasın -yıldızların da üzerinde. Ve ben artık, kanatlı gök mavi atların çekiştirdiği düşsel bir faytona binip sana gelebilmek için çok yaşlıyım -hayaller kuramayacak kadar yaşlıyım. İşte bu sebeple içimdeki küçük çocuğa yazdırıyorum bu mektupları. Bu sebeple böyle çocuksu satırlarım, harflerim böyle kargacık burgacık. Ve bu sebeple kuşların bacaklarına bağlayıp gönderiyorum sana bu mektupları: Hatırlarsın; sadece çocuklar inanır kuşların cennete dek uçabileceğine (ki, belki de, bir an evvel cennetin huzurlu vadilerine, bol yemişli ağaçlarına ulaşsın diye öldürür çocuklar gizliden gizliye âşık oldukları kuşları sapanları ile).
Biliyor musun; seni özlüyorum -geçirdiğimiz her anı tüm ayrıntılarıyla özlüyorum. Ama nedense yüzü de vücudu da koca bir avuçta dertop edilmiş mektup kâğıdı gibi buruşuk bir ihtiyar olmama rağmen seni hep ilk gençliğindeki halinle hatırlıyorum: Güneşi taklit eden saçlarınla, içlerindeki yelkenlileri saatler boyu bıkmadan aradığım deniz yeşili gözlerinle, alımlı ve dokununca kırılacak gibi incecik duran beyaz, sıcak teninle... Ve sana kızıyorum, ah Biricik, sana kızıyorum -beni terk etmiş olmana, bir başıma bırakmış olmana, toprağa dönüşmüş olmana kızıyorum. Siyah puanlı Alman malı eşarbından tel tel taşan gümüş saçlarını, içlerindeki yakamozlar azalsa da hâlâ koca bir miyop deniz olan gözlerini, alnındaki, dudağının kenarlarındaki, yanaklarındaki, boynundaki kırışıkları, küçük bir fındık olan burnunu, damarlı ellerini, romatizmalı bacaklarını... usulca çekiverip gitmene kızıyorum.
İnsan önce umutlarını yitiriyor, sonra, tüm şatafatına rağmen sadece can sıkıntısı solunan yetim günler kalıyor geriye. Artık yataktan çıkasım gelmiyor. Ellerinle diktiğin perdelerin arasından içeri sökün ederek, bir zamanlar puf terliklerinle bastığın halının üzerinde usulca yürüyüşe geçen hınzır gün ışığı bile gözlerimi acıtmaktan başka işe yaramıyor; içime yaşam sevinci bırakmıyor. Seni arıyorum. Seni özlüyorum. Şimdi geniş balkonundan zamanın rengârenk dalgalanmalarını izlediğin cennet köşkünü kıskanıyorum. Başının üzerinde dans eden nuru kıskanıyorum. Kırk yıllık kocana tercih ettiğin ölümü kıskanıyorum.
Sula cennet bahçesinin çiçeklerini... daracık saksılar içinde, pencere kenarlarında, bin bir zahmetle yetiştirdiğin, suladığın, çocuğun gibi konuştuğun ve benim bir türlü isimlerini öğrenemediğim türlü çiçeğe verdiğin özenle, sula cennet bahçesinin çiçeklerini. Bulutların tozunu al, ak pak eyle. Bardağıma şarap koy. Türlü yemişlerle pupulama doldur tabakları, meyveleri dilimle. Ki ben, gelmeye can attığım o yerlere adım attığımda yabancılık çekmeyeyim; her şeye, her yana kokunun sindiğini, ellerinin değdiğini bileyim. Çünkü kokunun sinmediği cennetin müdavimi olamam ve ellerinin değmediği mekânın yaşayanı olmaya taraftar değilim.
Kendine iyi bak Biricik, kendine iyi bak sevgilim.

Hiç yorum yok: